Okurken dinlemek için, daha keyifli okumak için :)
Bir akşamüstüdür şarabî Bahçeler ve dağlar üzre hükümran; Tam dünyayı dolaşmak saatindesin. Ay ışığı su içer birazdan. Kızarmış kalçalarını çanlar Alabildiğine vurur.
Bu mısralarla başlıyor şiirine Ahmed Arif, sizin de böyle saatleriniz olur mu? Benim çokça oluyor. Bazen bir fotoğraf görüyorum Kahire'de çekilmiş, hemen o an valizimi toplayıp gitmek geliyor içimden. Bazen bir müzik dinliyorum, İran asıllı sanatçı öyle bir ağıt okuyor ki içime işliyor, gözyaşım kurumadan orada, o ânı yaşamak istiyorum.
Bazen de küçük bir kız oluyorum tüm bunlardan habersiz, çiçeklerin arasında dolaşıyorum "ben de bir çiçeğim, mutluyken çok güzel açar, (aslında bolca konuşur, çocuk kahkahaları atar.) etrafıma mutluluk veririm." diyerek. Bence hayat; sevdiklerimiz ve sevmediklerimizle birlikte yaşadığımız çevrede bir etkileşim ağı ve siz kimle mutluysanız orada güzelsiniz.
En güzel olduğunuz yerde hep mutlu mutlu yaşamanız dileği ile...
Tatile iç açıcı bulacağınızı umduğum bir stil yazısı ile ara veriyorum.
Günaydın Beyaz Tavşanlar! :) (Bknz. Bu yazının şarkısı)
Hepimizin sihirli güçleri var, beyaz tavşanların da. Ama hiçbir sihir, tutulmamış sözleri düzeltmeye yetmiyor. O yüzden siz siz olun, beyaz yalanlar dışında yalan söylemeyin, karşınızdaki insanların gülüşlerini hayal kırıklığına uğratmayın. Çünkü hayat böyle küçük oyunlar için çok kısa ve biliyorsunuz karma diye birşey gerçekten var, iyi ki var! :)
Pazartesi diye somurtmayı bırak; gülmek bir harika, tam burada denesene :)
Bu kombini biraz sevdim. Bolca fotoğraf ekleyebilirim.
Sevgiler..
Tulum: ZARA
Çanta: Moschino
Saat: Swatch 007 Serisi
Kolye: Edirne'de bir bijuteriden
Eklem Yüzükleri: H & M
Toka: accessorize Oje: Rimmel 60 seconds (Her rengi harika)
Tatilin huzur dolu 2.kısmından hepinize yeniden merhaba!
Bodrum'dan yaklaşık 1.5 saat süren Feribot sefasından sonra Datça merkezdeki Aydeniz apart otelimize yerleştik. Odalar çok büyük olmasa da temiz, yeni ve deniz manzaralıydı. Günü kaçırmamak adına hemen otelimizin önündeki Kumluk Plajından kendimizi kızgın kumlardan serin sulara atıverdik. Yüzme yarışları yaptık, yeni stiller keşfettik, kısacası çocukluğumuza geri döndük (sanki çok büyümüşüm gibi)
Akşam için siz Hüsnü'nün yerini tercih edin derim, biz yer bulamadıysak da hayata küsmedik Emek Balık Restaurant'da denize karşı Rakı keyfi yaptık. Her içkinin yeri, zamanı ve insanı olduğunu düşünürüm. Herkesle her yere gidilmediği gibi her yerde her içki, herkesle içilmez. "Ne diyorsun Nil?" demeyin, düşünün, siz de hak vereceksiniz. Bence Datça'ya yakışan içki de rakıdır. Haliyle bu yazının müziği de rakı masasız gitmeyen çok sevdiğim bir şarkıdır. İsterseniz tam burada açın, devamında yazıyı okurken siz de bana katılın.
Sabah erkenden Palamutbükü'ne gitmek üzere yollara düştük. Dağları aştık ve denizin o muhteşem rengini gördük; insan Datça'ya aşık olur dedik mi dedik. Deniz insanıysanız, denize kıyısı olan bir yerde denizle iç içe yaşadıysanız mutluluğumu tarif etmek için kelimelere ihtiyacım yok demektir. Sonsuza varmadık belki ama bütün gün yüzdük, yüzdük, yüzdük…
Akşamın son güneşini kaçırmadan Eski Datça'ya vardık ve bir kaç fotoğraf çekilebildik :) Bademleri ile meşhur Datça'da her şey ama her şeyde bademe rastlamak mümkün; mezelerden, köftelere ve hatta magnetlere kadar. Datça Sofrası'nda hepsinden tattık. Mezeleri çok başarılı olmasa da genel anlamda yemekleri ve salatası iyiydi. Fiyat olarak da bölgeye göre gayet uygundu diyebiliriz.
Can Yücel Evi 'Eski Datça
Çarşamba günü sabahtan yine yollara reva olduk, kahvaltı için Marmaris'e girdik. Şahin Tepesi Restaurant'da enfes manzaraya karşı tıka basa doyduktan sonra Fethiye'ye varana kadar birkaç yol hatırası da çekilmeyi ihmal etmedik, Bir sonraki durak macera dolu Fethiye'de görüşürüz :)
En karanlık kış günlerinde, işten başımızı kaldıramadığımız tüm anlarda hayalini kurduğumuz o tatil vakti geldiğinde içimizde bayram sevinci vardı dersek abartmış olmam. Edirne'den Ege sahillerine uzanan tatil kadar, planlaması da son derece keyifliydi, tatile 2 kala alışveriş için Edirne'nin altını üstüne getirmek de. Nihayetinde Edirne'ye gelenler bilir ki çok da zor değil bu minnak şehrin altını üstüne getirmek :)
Tüm otel rezervasyonlarımız için booking.com u tercih ettik, onun dışında gezip göreceğimiz yerler ile ilgili tüm sosyal ağlardan ve eşten dosttan yardım aldık. Tatilimizin ilk ve en coşkulu kısmı Bodrum ile başlıyoruz!
Edirne'den Bodrum'a uzun bir araç seyahatinden sonra vardığımızda kendimizi otelden önce Bitez'de bulunan Beyaz Beach Club'a attık. İskeleden atlamayı sevenler, derin sularda yüzerim diyenler için denizi tertemiz ve kesinlikle tavsiye edilebilir ancak yemekleri ve frozen için aynı şeyi söyleyemeyeceğim. Yine de Bodrum'da gidilebilecek en uygun( giriş: 60 TL) beach club olması da tercih sebeplerinden biri olabilir.
Yol yorgunluğuna denizi de ekleyerek Gümbet'de rezervasyon yaptığımız Club Alka Otel'e akşama doğru ulaştık. Deniz manzaralı, balkonlu ve temiz odamız, güler yüzlü personel ve uygun fiyatı ile kesinlikle tavsiye edebileceğim oteller listesinde yerini aldı. Cumartesi gecemiz Tekilacılar Sokağında Mexico Tekila'da (Kokteyller çok başarılı değildi malesef) başladı, Fink'de (Mojitosu kesinlikle harikaydı) son buldu. Zira sabaha karşı hala son bulmasaydı biz barda dans ederken yığılıp kalabilirdik :)
Pazar günümüzü güzel bir kahvaltıyla taçlandırarak Yalıkavak'da Havva Ana'da tatilimizin en organik kahvaltısını ettik. Ev yapımı reçellerden, böreklere, ekmeğe, bahçe sebzelerinden sınırsız çay veren, önce gözü sonra mideyi doyuran bu zengin menüye 25 TL ödedik. Havva Ana da dünya tatlısı, doğal yurdum insanı. Bu mekan ile ilgili söyleyebileceğim tek olumsuz şey aracınız yoksa gitmeye çalışmayın.
Çocukken tok karna denize girilmez derdi annelerimiz ama biz tabii ki onları dinlemezdik ve yine dinlemedik. Bardakçı Koyu'na ışınlandık. :) Tertemiz suyu, kumsaldan denize girmeyi sevenler için ideal. Pazar gününden beklediğiniz huzuru ve sakinliği size fazlasıyla sağlıyor, öyle ki biz telefonları bile yanımıza almadık sadece denizi, güneşi ve kendimizi dinledik. İnsan tatilden başka ne bekler ki...
Pazar Akşamı olduğunda Gümbet'de bir akşam geçirelim dedik çok da mantıklı bir karar vermediğimizi giyinip süslenip kendimizi sokaklara attıktan sonra anladık. Ama olsun tecrübe tecrübedir.
Pazartesi
benden büyük arabanın yarısını kaplayan valizlerim ile Datça'ya gitmek
üzere otelimizden ayrıldık. Datça Feribotu için biletimizi aldık.(Araç 100 TL
sürücü dışındaki yolcular için 15'er TL daha ödüyorsunuz) İskelenin yanında
Tepecik Kafe'de soluklandık. Ancak kesinlikle tavsiye etmiyorum. Soluklanacak
başka yerler bulun ve hatta bana da haber verin.
Tatilimizin Bodrum ayağı son buldu, Datça'da görüşmek üzere! :)
17 Ağustos 1987 yılının pazartesi günü sabah sularında aslan burcu olmakla yetinmeyip yükselen burcu da aslan olarak dünyaya gözlerimi açmışım. Tahmin edersiniz ki aslan burcunun tüm özelliklerini taşımaktayım!
Hayatımda hep çok önemli oldu doğum günlerim benim için. Her kutlamanın, mesajın, notların, hediyelerin, aramaların ayrı ayrı önemi oldu. Hiçbirisini unutmadım, hepsiyle ayrı ayrı mutlu oldum, sevildiğimi hissettim.
Doğum günlerime yeteri kadar önem vermeyen insanları hayatımdan yavaş yavaş uzaklaştırdım, gönül koydum. Ama her anımda yanımda olanları olamasalar da varlıkları ile yanımda hissettirenleri ayrı sevdim, ayrı değer verdim. "İyki doğdun" demek ne kolay oysa ama bunu hissettirebilmek ne zor.
Bir sürü dilek diledim her kestiğim pastada (sanmayın ki tek pasta ile 1 yaşı uğurlayıp yenisine merhaba diyorum kutlamalar uzun sürer :) )
Bugün yanımda olan, yanımda olamayıp bana bir şekilde ulaşan tüm kutlamalara ayrı ayrı teşekkür ederim. Hoşgeldin 27! :)
Artık hepiniz biliyorsunuz benim içimde minik bir kız çocuğu var sürekli "beni gezdir" diye hoplayıp zıplıyor. Meğersem sadece benim değil ailecek içimizde mini mini gezme sevdalısı çocuklar yatıyormuş, bunu da bu tatille anlamış olduk. Her şey THY'nın merabaaa avrupa uçuşlarında kampanya yaptık haydi uçsanıza mesajıyla başladı.
Sömestr tatilinde kişi başı gidiş-geliş 500 TL'ye uçak biletlerimizi alarak planlamaya başladık. Bir sonraki aşamada Booking.com'da saatler süren otel aramamıza Quo Vadis 2'de karar kılarak son verdik. İnanılmaz temiz, Vatikan'da bulunan bu otel'in Pasquale diye dünya tatlısı bir ortağı var. Ayrıca otel, havaalanına shutter servis hizmeti de sunmakta. Fiyatları da Tek yön kişi başı 13.7 euro, gidiş dönüş 26.3 euro. Eğer ki bizim gibi 4 kişiyseniz 100 euro verdik o bavullarla ne işkence çektik ne de nerde incem nerden bincem derdine maruz kaldık. Çünkü tren fiyatları da çok farketmiyor ve bir sonraki aşamada size tavsiye edeceğim Roma Pass'da bu trenlerde geçerli olmuyor. İlk gün tabii ki Vatikan'da gezdik. Kendimi bir romanda hissettiğim, bir kapının arkasından bambaşka bir dünyaya geçeceğimi hayal ettiğim oldu evet. Bir yanım hala çocuk ve ben masallara, büyülü hikayelere inanıyorum, hatta inanmakla kalmıyor pek çok heyecanlanıyorum.
Mumyaları görmeyi pek beklemiyordum bu ihtişamlı ve büyüleyici yerde. Çok ürkütücü değil mi? Mısır'a da gitmek şart. Nil'i görmeden ölecek değilim.
El emeği göz nuru duvardan duvara halı resmetmişler.
Ben de Şeker Kız Candy merabaaaa :)
Eski Kapılar...
Vatikan'a gidip de bu tavanın fotoğrafını çekmeyen kalmamıştır.
Efsane, büyüleyici.
Vatikan'da ihtişamıyla hepimizi kucaklayan St. Pietro 1600'lerin ortasında yapılan ve merkezinde 25.5 metre yüksekliğinde bir Mısır obeliski bulunan meydan katolikler için büyük önem taşıyormuş.
Poz vermemi yağmur engelleyecek değil :)
Neredeyse akşam olmak üzereydi çıktığımızda, hepimiz kurt gibi acıkmış olsak da turistik restoranların hiçbirine oturmak gibi bir niyetimiz yoktu. Zira hem çok pahalı hem de lezzetsiz gözüken menüleri ile bize pek cazip gelmediler. Biraz ara sokaklarda gezdikten sonra şirin mi şirin minnak butik bir pizzacı bulduk ve karidesliden kabaklı pizzaya kadar her çeşidini afiyetle mideye indirdik.
(Tabii etli olanları benim dışımdaki herkes)
Pizzanın verdiği enerji ile durmak yok gezmeye devam dedik İspanyol Merdivenleri'nde aldık soluğu. Keşke almasaymışız. Akşamları inanılmaz tenha olan Roma sokaklarında gezip tozarken, her köşede fotoğraf çekilirken herşey güzeldi de metroda annemin cüzdanını ve tatil bütçemizin ciddi bir kısmını çaldırmasıyla gecemize kara bulutlar çöktü. Öncelikle şunu söylemeden geçemeyeceğim, Roma metrosu tam bir fiyasko. Tavanlarından sular damlıyor, her yer izmaritler ile dolu, bakımsız ve güvenlik görevlisi bulunmuyor. Cüzdanımızı çaldırdığımızı anlatacak insan bulana kadar yarım saat geçti. Polisi arayıp da 5 dk uzaklıktaki karakoldan gelmesi tam 1,5 saat sürdü. (Allah İtalyan polisinin eline düşürmesin. Çok yakışıklılar bayıldım ayıldım ama üzgünüm hepsi yalancı, baştan savma iş yapıyorlar.) Bütün gecemizi karakolda geçirmemiz hiçbir işe yaramadı, adamlar zahmet edip güvenlik kameralarını bile incelemediler. Kısacası İspanyol merdivenlerine çok çok dikkat edin ve alışveriş de yapacak olsanız asla nakit paranızı tek parça cüzdanınıza koymayın. Çantanızda ve üzerinizdeki giysi ceplerinde de bölüştürün.
Bir önceki akşamın yorgunluğunu, üzüntüsünü ancak Collesiumda atarız haydi Gladyatörler sahaya dedik attık kendimizi. Yazının başında bahsettiğim 25 euroya alabileceğiniz Roma Pass bütün otobüs ve metro güzergahlarında kurtarıcınız olmasının yanı sıra 2 müze girişinin bedava olması ve birini collesiumda kullanabilmeniz nedeni ile onu efsanevi kılıyor :) Çünkü Collesium'a normal bilet alarak girmek isteyenler, mütemadiyen önünde kuyruk olan gişeye ulaşabilmek için 1 saate yakın bekliyorlar.
Bir sonraki durak bizim aşk çeşmesi olarak bildiğimiz Fontana Di Trevi'ye otobüsle ulaştık. Yine karış karış gezip minnak bir restoran bulup, lezzetine doyulmaz soslu makarna yiyerek enerji depoladık ve aşk çeşmesi etrafında 374945347340 tane fotoğraf çekildik :))
Sağ elimizle sol omuz üzerinden atıyoruz ki parayı dileklerimiz kabul olsun, adet böyleymiş.
Hergün farklı bir dondurmacıda kışa rağmen bolca dondurma yedik. Çünkü İtalya'da gerçekten dondurma yemenin mevsimi yoktu ve tiramisulu harikaydı. :)
Bir sonraki gün Floransaya hızlı trenler (mevsime, güne ve saatlere göre değişiklik gösteren tren biletleri 20 euro ile 40 euro arasında değişiyordu) ile yola koyulduk. Orada hiç durmadan bir trene (12 euro) daha bindik ve Pisa'ya ulaştık. Bizden beklenen pozları verdik, gezdik ve yine trenle Floransa'ya geri döndük.
Açık Hava müzesi olarak adlandırılan bu kenti Roma kadar sevmedim, sevemedim dersem umarım bana kızmazsınız. 5 gün süren İtalya serüvenimiz güzeldi, hoştu lakin ne zaman memleketimden uzaklaşsam başka bir yerde yaşayamayacağım hissine kapılıyorum.
Gezmeyi, yeni yerler keşfetmeyi geri döneceğimi bildiğim sürece seviyorum. Ne kadar özgür ruhlara sahip olsak da "ait olmak" bir yerlerde içimize fena işlemiş olmalı. En azından benim için öyle sanırım.